Hepimiz merak ediyoruz: emperyalizmin planı nedir? Ülkemizi iç savaş çıkartıp bölmek mi? FETÖ hadisesinde olduğu gibi bir dini tarikatı güçlendirip iktidara taşımak veya “15 Temmuz” gibi askeri bir darbe yapmak mı? Bunların hepsi mümkün fakat amaç ne? Örneğin Suriye’de ya da Libya’da savaş ve istila başlatılırken sonunda ne ön görülüyordu?
Bu sorunun cevabı kaostur. Emperyalizm artık herhangi bir düzen ön görmüyor. BOP’ta da kalıcı bir nizam hedeflenmiyordu ama en azından kısa vadede bazı yönetimsel değişikler bekleniyordu. Libya’da Amerikan büyükelçisi vahşice katledilip cesedi yerlerde sürüklendiği gün BOP bitti. Amerika dünyanın herhangi bir yerinde düzen kurma kapasitesine sahip değil. Bunu bildiği için bölgesel ve küresel dengeleri bozmaya çabalıyor.
Büyük Kaos Planı
Türkiye bir Yugoslavya değil. 4 Mayıs 1980’de Yugoslavya Federal Cumhuriyeti’nin kurucu lideri Tito’nun öldüğü gün herkes bu ülkenin ne zaman dağılacağını konuşmaya başlamıştı. Zira Yugoslavya tarihsel olarak altı ayrı devletin birleşiminden oluşuyordu. Üstelik Yugoslavya çatısı altındaki bu devletlerin birliği kendi anayasasına göre gönüllülük esasına dayanıyordu. Yani ayrılma hakkı daima vardı. Ancak Yugoslavya’nın bölünmesini salt anayasasına dayandıramazsınız. Öyle olsaydı hiçbir zaman özerk bir idareye sahip olmayan Kosova Sırbistan’dan koparılmazdı. Yugoslav Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşındaki Nazi katliamlarına karşı örgütlenen Partizan güçlerinin zaferi üzerine inşa edilmişti. Savaşla kurulmuş bir ülkeyi savaşsız parçalamak mümkün değildir.
Devrimle birleşen bir ülkeyi de ancak “karşı devrim” ayırabilir. Kural budur. İslamcıların kafası almıyor. Tarihsel süreçlerle, tarihsel miras ve kültürel bağları birbirine karıştırıyorlar. İttihatçılar Osmanlıyı yıkmadı. Tam tersine onlar İmparatorluk fikrine Abdülhamit’ten daha çok inanıyorlardı. Enver Paşa Kafkaslardan Hindistan’a Osmanlı’yı yeniden kurma hülyasıyla Türkistan topraklarında savaşarak öldü. Osmanlı Devleti ise aile hanedanlığı üzerine kurulan bir monarşiydi. Fakat Osmanlının son döneminde sultan ve hanedanlık ne bir sınıfı ne de milleti temsil ediyordu. Yok hükmündeydi.
Türkiye savaşla kurtuldu ama bir Cumhuriyet Devrimi’yle kuruldu
Türkiye’nin birliği ve bütünlüğü savaşla sağlanmadı. Çağdaş bir Cumhuriyet’in kısa sürede kurulmasıyla gerçekleştirildi. Savaş, Türkiye halkı için hayatta kalma meselesi demekti. Batıda Yunan işgali, Doğuda Fransız güçlerine dayanan Ermenilerin geri dönerek çatışmaların yeniden başlaması, İstanbul’da İngiliz sultası savaşı kaçınılmaz kılmıştı. Savaş iç ve dış düşmanın bir ve aynı cephede toplanması sonucunu doğurdu. Geriye Anadolu’yu temsil eden tek bir irade kaldı. O da Mustafa Kemal komutasındaydı.
Milli irade böyle oluştu. Ancak savaşı kazanmak bile kendi başına ülkemizin birlik ve bütünlüğü için yeterli değildi. Halkın büyük çoğunluğunun Müslüman olması da bizi millet yapmazdı. Bugün olduğu gibi o gün de İslam’ın sayısız yorumuyla halkın kafası karışıktı. Din otoritelerinin ve yerel egemenlerin arasında çıkar çatışmaları vardı. Cumhuriyet öncesinde bir ulusal bütünlükten söz etmek mümkün değildi.
Bizi bir millet haline getiren, İslam’ın bile ortak yorumunu yaptıran güç Cumhuriyet Devrimleriydi. Bu millet eğitimden hukuka, dilden dine Cumhuriyetin devrimci perspektifi sayesinde kendine güvenini kazandı.
Tehdit içeriden değil dışarıdan geliyor
Bugün Cumhuriyet’in stratejisi Kurtuluş Savaşı sırasında olduğundan farklı değil. İçeride düşman olan unsurları dışarıya itiyor. Bazı hassas bölgelerde Alevi-Sunni, Türk-Kürt, hatta buna Selefi unsurları katarak çatışma çıkarılabilir ama ülke sathına yayılacak bir iç savaş mümkün değil. Türkiye’yi iç savaşla ya da bir işgal hareketiyle dağıtamazlar. Türkiye savaş ya da iç savaşı aşabilecek tarihsel tecrübeye sahiptir.
Dünyanın her yanında büyük istikrarsızlıklar ve buna bağlı toplu göç hareketleri ortaya çıkıyor. Ekonomik krizler toplumların algısını bozuyor. Brezilya gibi çok farklı ırk ve kültürden gelen iki yüz milyonluk bir ülkede bile Evangelist köktendinci bir faşist politikacı iktidara gelebiliyor. Trump yönetimi sadece geri kalmış ülkelerde değil Avrupa’da bile dinci ve faşist örgütlenmeleri destekliyor. Rahip Brunson gibilerinin rolleri dışarıda olan bitene baktıkça daha iyi anlaşılıyor.
Eskiden emperyalizm ülkelerde kendi uydusu olan yönetimleri destekler ya da işine gelmeyenleri darbeyle düşürürdü. Bir şekilde amaç düzen kurmaktı. Oysa şimdi emperyalist politikalar sadece düzen yıkıcılığa ve kaosa hizmet ediyor.
Her ülkedeki kutuplaşmaları artırıp halkı birbirine düşman hale getiriyorlar. Fakat bununla beraber muhalefet denilen kesimin kozmopolit, kimliksiz ve programsız kalmasına özen gösteriyorlar. Bu birleşmesi imkansız oluşumu “demokrasi cephesi” ilan ediyor ve medya araçlarıyla pohpohluyorlar. Söz konusu kesimler yalnızca dış medya gücünün propagandasıyla meşruiyet arayışına giriyor. Böylece halktan ve ülke gerçeklerinden uzaklaşıyorlar. Kendileri dışında kalan kesimleri iktidarın uydusu, ulusal birlikten bahsedenleri faşist ilan ediyorlar. İstisnasız hepsinin ekonomiden anladıkları şey uluslararası sermayenin kurumlarına uyum sağlamaktan ibaret.
Önümüzdeki dönemde, ülkemize yönelik temel tehditler, dünyanın diğer taraflarında bugün yaşanandan farksız olacaktır: Uzun süren ekonomik-sosyal istikrarsızlıklar, toplumsal ve hukuki sorunlara cevap veremeyen bir devlet yapısı, lidersiz ve köksüz çok sayıda siyasal oluşumun alternatif gibi piyasaya sürülmesi, halkın ülkesine ve tarihine güvenini yitirmesi, her türden dini örgütlenmenin ekonomi-siyaset-medya-eğitim alanında güçlenmesi bir iç savaştan daha yıkıcı etki yapacaktır.