ŞUŞA'NIN GÜNEŞİ
... Peki niye Güneşi? ..
... Dürüst olmak gerekirse, bu makalenin adı hakkında çok düşündüm...
Düşündükçe göğsüm kabarıyor...
Şuşa'nın sadece adı yeter: Her yerden yüksek, her yerden güzel.
Ve muhteşem!..
Yolu-izi, deresi-tepesi, çalısı-çırpısı, gülü-çiçeği, havası- çimeni...
Peki neden sadece Güneşi?..
Ama Güneşi başka bir dünyaydı...
Vallahi, Güneşi her yerden ve her şeyden yüksekte, parlak ve sıcaktı.
Güneşe yakın Şuşa'nın al şafakları sıcak ve berraktı...
Sanki Tanrı’nın ve yeryüzünün Güneşi herkesten ve her şeyden daha çok seviniyordu ve bize bu sevinç nurundan bir hediye göndermişti.
Selam Güneşimin Şuşası!..
Selam Şuşam'ın güneşi!..
... Otobüsümüz bir anda hareket ediyor ve pencereden görünen doğal vatan manzarasını bağrıma basarak, şimdiye kadar gittiğim bütün yolları hatırlamaya çalışıyorum.
Hayatımın en unutulmaz yolculuklarını hafızamdan çıkarıp birer birer inci taneleri gibi gözlerimin önünde sıralıyorum ama hissediyorum ki şimdiye kadar kaderime yazılmış her şeyden, heyecan, merak ve hoş izlenimlerle dolu yollardan hiçbiri öyle olmayacak.
Bu yol, kutsal mekanlara giden yoldur ve hayatımın en güzel yoludur...
Kim bilir, belki de bu kadar ömrü bu yolu gitmek için yaşadım...
Şuşa'ya gidiyoruz...
...Birbiri ardınca karıncalar gibi dizilmiş minibüsler ilerliyor, kendisi ile birlikte bizi de ulu dağların zirvesine götürüyor.
Ne güzel!..
Kimler yok ki? Tanınmış simalar: Milletvekili meslektaşlarım, halk ve siyasi şahsiyetler... Yazarlar, şairler, besteciler... Televizyon kanalları, gazete ve internet sitelerinin editörleri... Büyük orkestranın icracıları... Koro ve dans toplulukları, milli ruha sahip amatör sanat birlikleri.
Şuşa'ya, kültürümüzün başkentine gidiyoruz!..
Söz ve müziğin bayramına...
Zafer ve sevinçle...
Bir an için kendimi, büyük özlemlerle kutsal yerlere doğru yola çıkan, aylarca seyahat eden hacılardan biri olarak hayal ediyorum.
Sevgili Şuşa!
Kutsal Şuşa!..
Hoş bulduk!..
İlerlediğimiz yolu, rahatsız rüyalarımın içinden geçip gidiyorum. Yıllardır rüyalarımda ot basmış, çalı-çırpı ile kaplanmış yollar, düşüncelerimden bir taş gibi asılmış keder de eriyip kayboldu. Yavaş yavaş ruhumun nasıl dinlendiğini hissediyorum.
Sorunlu yurtlarımızın dışında, bizi bekleye bekleye, sesi-soluğu kesilmiş, kaybolmuş, görünmez olmuş ocaklarımızdan uzakta, gözlerinde bulanık bir özlemle belki bir gün o yerlere götürmek kısmet olur ümidi ile mezarlarda toprağa emanet ettiğimiz yakınlarımızı hatırlıyorum.
Şehitlerimiz, kahraman çocuklarımız...
Mutsuz olmuş yaşıtlarımız...
Bıyıkları terlemeden can vermiş, bu toprakları kanlarıyla sulayan evlatlarımız...
Ruhunuz mutlu olsun!..
Sanıyorum ki bu yolculukta onların ruhu benimledir, o özlemli bakışlar, gittiğimiz bu yollara gözlerimle bakıyor.
Her bakışta seviniyor, her baktığında özlemi azalıyor, endişeli ruhlar huzur ve sükunet buluyor, iç dünyamdaki karmaşık düşünceler yoluyla minnettarlıklarını ifade ediyor.
Şu an içimdeki en büyük duygu, minnettarlık duygusudur...
Kaderimize şükrediyorum.
Ordumuza, topraklarımızı emsalsiz kahramanlıklarla düşmandan temizleyen asker ve subaylarımıza minnettarlığımı ifade ediyorum. Bu toprakları kanıyla mukaddesleştiren şehitlerin ruhu önünde saygıyla eğiliyorum.
Bu kutsal savaşta canını feda eden kahramanlarımızın ruhları şad olsun. Topraklarımızın özgürlük arzusu ile ahirete intikal etmiş ebedi yaşayacak olan Haydar Aliyev'in ruhu şad olsun.
Bu düşünceler, açıklaması imkansız olan bu duygular tarihimizde bir dönüm noktasıdır, toplum olarak hayatımızda yeni bir başlangıçtır.
Bu tarihi bize canlı yaşatan Muzaffer Başkomutan İlham Aliyev'dir!..
Asırlara sığmayan şanlı bir tarih yazan Azerbaycan Cumhurbaşkanı!
Karabağ'ın Kurtarıcısı!...
Bu yolun her adımında hissettiğimiz ruhun, sevincin, gururun, teşekkürün adresi, Büyük Devlet Adamı!..
"Demir Yumruğun" gücüyle bizi bu günlere getiren Başkomutan’dır bu tarihi yaratan. Bu tarihe adını ebediyen yazan İlham Aliyev!..
Onun emrinde, düşmanı "İti kovar gibi kovmuş” kahramanlarımızdır.
Azerbaycan Cumhurbaşkanı tarafından yıllardır yetiştirilen vatansever, korkusuz, yüreği bu topraklara sevgi dolu olan bir gençliktir.
İşgalden kurtarıldıktan sonra bizim ilk defa geldiğimiz Şuşa’ya, Başkomutanımız İlham Aliyev ve Azerbaycan sevdalısı Sayın Mehriban Aliyeva Hanım üçüncü yolculuklarını yapıyorlardı.
Önceki ziyaretler Şuşa'nın canlandırılması, onarılması işlemini başlatmak için, yapılmıştı.
İlham Aliyev de mutluydu ki tarihe kendi adını Şuşa'nın kurtarıcısı olmanın yanı sıra, Şuşa'nın kurucusu olarak kazıyordu!..
Muzaffer Başkomutan'nın "Şuşa'ya Doğru İleri!" emrini yerine getirmek için bu onur kalesine, şeref zirvesine doğru binlerce erenimiz dağlara tırmanarak, yerlerde sürünerek, hafif silahlarla yürümüştü...
Hem de kimin karşısına? Yıllardır bu kocaman zirvenin bekaretini bozarak, Onun her karışını mevziye, her santimini ön cepheye çeviren ve dünyanın en büyük süper güçlerinin modern topçu, ağır teçhizatı ile silahlanan düşmana karşı...
Arkasında yaralı vatan, gerçekleşmemiş arzular vardı. Ancak gayretli Başkomutan olduğunu bilen kahramanlarımız Şuşa’yı mahalle mahalle, sokak sokak, ev-ev işgalden kurtardı...
Şuşa'nın her karışında Azerbaycan askerinin kanı var...
Yüce Şuşa’mız bu kanlarla daha da kutsallaştı! ..
İlham Aliyev Şuşa'da kazandığı zaferle iki yüzyıllık bir çatışmaya, 32 yıllık bir savaş sona erdi.
İlham Aliyev şimdi de yeni Azerbaycan'ın kalkınmasına, daha parlak bir geleceğimizin kuruculuğuna Şuşa'dan başlıyor...
İlham Aliyev, Azerbaycan'ı daha büyük hedeflere doğru Şuşa'dan yön veriyor...
Şuşa artık Azerbaycan'nın yeni başlangıç noktasıdır!..
İşte bizim yolumuz da bu başlangıca doğruydu.
***
Şuşa'ya gidiyoruz...
"Harıbülbül" bayramına!..
Ne güzel...
Dilimizin en kutsal duası gibi, hafızamızda bir ömür boyu seslenen ömür şarkımızın en güzel mısrası gibi.
O zamanlar anadilimizde bu birkaç kelimeden güzeli var mıdır?
Bu sözlerin güzelliğinden, sihirden allısı ballısı var mı?..
Söz buradadır!..
Aşk buradadır! ..
Bu sözler ve sevgiler Şuşa dağlarının üstünde altın güneşin ışınlarıyla şımarıyor.
Şuşa'ya gidiyoruz...
Şuşa’ya, ruhumuzun şehrine, düşlerimizin şehrine, kültür başkentimize!..
Büyük bir şantiye meydanı, kuruculuk mevzimiz Şuşa'ya...
Yol kenarında özgür yurtlarımızın isimleri, mesafeleri yazılmış büyük levhalar şimdi insana daha farklı görünüyor.
İsimler, rakamlar insanın yüzünde gülümsüyor, büyüden kurtulduğunu anlatmak istiyor sanki...
Artık bu panolar hasretin, kederin sembolü olmaktan çıktı, onların üzerlerindeki mesafeler yılların derinliklerine, umutsuzluklarına direnmiyor, insanlar gerçekten hayallerinin mekanına, hedefine doğru götürüyor.
Yine bu rakamlar, hasret, keder, üzgün bakışlara odaklanmıyor. Güneşli bir sabaha doğru yola çıkmış insanların gülümseyen bakışları görünüp, hayallerine kavuşuyor...
***
Yüce Allah'ın fırçası değen tablolara bakar mısın?!
Otobüsümüz ilerledikçe, doğanın güçlü fırçasıyla toprağın göğsünde yaratılmış gizemli manzaralar birbirinin yerini alıyor.
Dağların yamaçlarına yayılıp giden sapsarı tahıl tarlaların bereketli ekmeğin üzerine sürülmüş ve katlanmış bir petek bal lokmasına benziyordu...
Kırmızı, kıpkırmızı, kırılgan ve eğik lalelerin yayıldığı tarlalar, yeni açılan bir kitabın sayfaları gibi sallanıyordu...
Kahraman oğullarımızın şehit kanı gibi ormanlığa sinmiş, laleler ise çölün her tarafına yayılmıştı...
Tarihin sonsuz ve kırmızı çizgileriyle!..
Bu topraklara bahar çelenk örmüş, benekli ağaçların, yedi renkli fıstık çiçeklerinin, iğde dallarının al renkli çiçek açtığı yerlerdir...
Çocukluğumdan beri bahar bir kokudan oluşuyordu.
Garip olan şu ki, şimdiye kadar yaşadığım hayatımda bu kokuyu hiç koklamadım ve oradaki hiçbir baharı hatırlamıyorum.
Doğa cömertliğini esirgese bile, ağaç ve yeşillik olmayan mekanlarda bile taze çiçeklenmiş iğde ağacı kokusu ile her yaz beni böyle büyülemişti...
Üstüne hasret tozuna çökmüş bu yıllarda, bir kahramanın hayatı kadar bir zamanda, her defa iğde kokusu ruhuma dolunca doluyken bu yerlerin baharını hatırlardım.
Sanıyordum ki bu ellere artık bahar gelmiyor, ağaçlar yapraklanmıyor, çim yeşermiyor, pınarlar akmıyor, bal arıları uçmuyor, kuşlar o zamandan beri sessiz.
O zamandan beri bu toprakların doğası, aklımda hüzünlü bir filmin soğuk bir an gibi donup kalmıştı...
Yurt yeri, hafızamın duvarlarından vatan işgalcileri tarafından işlenen vahşeti, tüm insanlık suçları, yeryüzüne, geçmişe, bugüne, geleceğe duyurmak isteyen karlı toprağın, ağzı dili olmayan taşın, derenin hüzünlü portresi gibi asılıp kalmıştı.
Bu yerlerin manzarasının düşüncelerimdeki buzu, soğuklıuğu, yıllar sonra ilk defa buradan geçtiğimde ısınıp hararetlenmeye başladı.
Uyanmış toprak, kırışığı açılmış, dine-imana gelmiş yurt yerleri...
Yurt yeri, ocak yeri...
Dağ yeri, güman yeri...
***
Ne güzel yapmışssın buraları, İlahi!
Ağaç her yerde ağaçtır, orman her yerde orman, dağ-taş kayalar, ot-çimen...
Omuza omuza yaslanmış dağ-dere, cesur bilekli oğullarını bekleyen çayırlar ve çimenlikler...
Ancak bu yerlerin manzarasında, doğanın yeşil cazibesinin dışında, aynı zamanda garip bir bakirlik vardı...
Yeşil, yemyeşil renkler bu bin çeşit şenliğe şahitlik edermiş gibi gözümüzü ve ruhumuzu okşuyordu...
Ermeni vandalları yüzyıllardır bizim insanımızın bu topraklar üzerine kurduklarını birkaç ayda, bir yılda yakıp-yıksalar da, satsalar da, milli hafızayı toprağın kökünden kazmak için mezar taşlarını bile söküp atsalar da toprağın bakirliğine dokunamadılar.
Yeterli beceriye sahip değillerdi. Doğanın kendini koruması içgüdüsü, onların şiddet içeren doğalarından gelen tecavüzkar özeliklerinden daha güçlü çıktı.
Ana tabiat sevgilisi, dövüş meydanında, uzun yolculuklarda olan eli kınalı namuslu kızlarımız gibi öz ismetine sığınıp, namusuna tutunarak, bir saçını ak, bir saçını kara örerek yıllarca öz gönül yoldaşını bekledi.
Yakınlarının birgün geleceğini, onu sıcak ellerin okşamasıyla yeniden canlanan, zehirli bir diken gibi vücuduna batmış mayınları, mermileri çıkarıp atarak, yaraları iyileştirecek, vatanı yeniden ekinli biçinli, davullu-zurnalı, şen-şakrak, kahkaha seslerinin birbirine karıştığı mutlu hayatına geri döneceği günleri bekleyerek yaşadı.
Bu yerlerin gerçek sahiplerinin döndüklerini görüp sevinen Anam Toprak, baharın gizemli süsleri ile kendisine binbir süs yaptı, tüm güzelliklerini önümüzde sergiledi.
Sevgili Şuşa, Ana toprak!..
Hoşgeldin doğal Cıdır Düzü!..
***
Büyük Zaferimizden aylar sonra Şuşa'da duyulan yerli seslerden ve gülüşlerden, yerli ellerin sıcaklığından binalar da canlandı, duvarlar mahzunlu manzaradan, hüzünlü bakışlardan çıkmıştı ve onlar insana umudun, canlanmanın, yeni bir geleceğin gösterildiği bir anıt olarak geliyordu...
Şuşa'da Cıdır Düzü’nde suskun kalan otu-çimeni de bizimle konuştu, ağaçlar sevindi ve kayalar sevindi, çiçekten çiçeğe konun bal arıları da mutluydu. Fakat...
Ancak en çok Güneş seviniyordu!..
Şuşa'nın güneşi!...
Şehirde yaşayanlar "Harıbülbül festivalinin yapıldığı günlere kadar Şuşa'da hava günlerce yağmurlu geçerdi. Yaz yağmuru durmazdı,” diyorlardı. Ama bir oraya vardığımızda güneş parlıyordu. Güneşin ışığı şehrin üzerine yayılmıştı. Yağmurda yıkanan mukaddes şehrimizdeki son çiy de kurumuştu.
Şuşa, insanlıktan uzak vandalların işledikleri günahlardan, pisliklerden güsül abdesti alıp arınıp-duruldu, yıllar sonra burada kılınacak Ramazan Bayramı namazı için hazırlık yaptı.
Şuşa'daki Gövher Ağa camisinden göğe yükselen ezan sesi etrafa yayıldığı zaman, dağların koynundan çıkan Güneşin doğuşunu seyrederken, insan sanki başka bir Güneş görüyor gibiydi.
Bu Güneş, sanki sadece Karabağ'a, Şuşa'yı kucak açmış, onları kendi kutsal ışığında boyamak için...
Ve bu da Güneş'in parlak yüzünden hakkın, adalet yeniden sağlandığı, dünyada dilinden, inancından, kültürden bağımsız olarak tüm insanların karşılıklı sevgi ve barış içinde yaşayabilecekleri böyle bir şehrin, böyle bir ülkenin varlığından mutlu olmuş Tanrı'nın kendisi de gülümsüyor.
***
Şuşa yüksektedir!..
Dualarımız oraya eşlik ediyor!..
Şuşa yüksektir ve dualarımız duyuluyor...
"Harıbülbül" festivalini izlerken,
Azerbaycan'da yaşayan farklı halklara ait müzik örneklerini, rengarenk gösterileri izlerken, bu vatanda da yaşayan, dünyanın neresinde yaşıyorsa yaşasın, kalbi Azerbaycan için atan tüm yurttaşlarımızı tek tek sineme yerleştirmek istedim.
Onları ne kadar sevdiğimi anlatmak için, ülkede ve dünyada barış ve, çok kültürlülük, insan sevgisinin değeri üzerine kurulan bu manevi büyüklüğün önünde secde etmek istedim.
İnsanı yaşatanlar, insanları sevenler, insanlık için bir grup oluşturanlar bir Güneşin altında birleşmişti.
Şuşa güneşinin ışıkları dünyanın her yerindeki Azerbaycanlılara ulaşıyordu, Azerbaycan'ı seven herkesi ısıtıyordu.
Azerbaycan’ı, Karabağ’ı, Şuşa'yı seven herkese, bu ışıktan bir pay düşüyordu...
Kalbim çarpıyor, Başkanıma, Başkomutan'a teşekkürlerimi yüksek sesle haykırmak istiyorum...
Şuşa! Senin yolunla, çimenlerinle, çiçeklerinle, dağlarınla, vadilerinle, havanla suyunla ve... bu ateşli güneşle birlikte bize geri döndüren ve ihsan eden odur, Muzaffer Başkomutan İlham Aliyev!..
Teşekkürler Sayın Başkan!
Çünkü bizi Şuşa'ya geri getirdin...
Bizi Şuşa'ya getirdiğiniz için...
Vatanımızın incisi, Şuşa'yı bize iade ettiğiniz için!..
***
"Harıbülbül" festivali tabii ki kültürel bir olaydır, zengin çok kültürlü geleneklerimizin bir kutlamasıdır...
Ama benim görüşüme göre, "Harıbülbül" daha çok siyasi bir olaydır, aktif diplomasinin bir sonraki aşamasıdır, askeri gücün devamı ve görsel bir gösteridir...
Aynı zamanda Büyük Zafer'in resmi adresi olan Şuşa örneğinde, bu kutsal Vatan için şanlı savaşın her an devam edebileceğinin kesin ifadesidir!..
"Harıbülbül" İlham Aliyev’in Demir Yumruğunun hala, (aslında, sonsuza kadar,) - düşmanın başının üzerinde "Demokles’in Kılıcı" gibi durduğunun en sert ifadesidir!..
İlham Aliyev’in "Harıbülbül"deki muzaffer duruşu, azimli ve keskin sözlerle gösterdi ki Azerbaycan savaştan kuruculuğa, askeri alandan kültür platformuna en kısa sürede geçmeyi başardığı için, yeniden Hak, Adalet, Zafer Yürüyüşüne başlayabilir!..
İlham Aliyev Şuşa'da "Harıbülbül" de, ülkenin en yüksek şeref zirvesinde dalgalanan Azerbaycan bayrağının gölgesi, şimdi Hankendi'nden Hocalı'ya, Laçın koridorundan Zengezur koridoruna kadar tüm topraklarımıza düşüyor! ..
“Harıbülbül” de Azerbaycan daha güçlendi, halk birleşti, Ordumuz daha da güçlendi...
"Harıbülbül" deki düşman ve onun taraftarları daha fakirleşti, daha parçalandı, daha da bozuldu...
“Harıbülbül” İlham Aliyev’in kurtarıcılık misyonunun görkemli zirvesi, muhteşem çığlığı oldu!!!
Geçip gittiğimiz kıyıda köşedeki köyleri ve zavallı Ermeni evleri ve acı bakışlar...
Yol boyunca karşımıza çıkan saçı sakalı uzamış, üst-başları yırtık, kulakları kirli, yüzleri buruşuk yaşlı Ermeniler bize kıskanç gözlerle baktılar.
Çok kötü bir manzaraydı...
Şaşkın insanlar, gerilmiş yüzler, yönünü kaybetmiş gözler...
Yüzlerinde ışıktan eser yoktu... Yıllarca yüreklerinde büyüttükleri nefretin ve gazabın, sahtekarlığın içinde uzun zaman önce kendilerini gömmüşlerdi.
Ahh!.. Ne tezat sahnelerdi...
Onların hüzünlü bakışlarına, ellerinde silah olsa gittiğimiz otobüslerle birlikte dünyayı alt üst etmeye, insanlığı dağıtmaya meyilli görüntülerine bakınca buna karşılık vermek, onlardan nefret etmek istiyordum.
Ama ne kadar garip görünse de, onlardan nefret etmek yerine, onlar için üzülüyordum...
Bu kadar boş boş fantezilerin, saçmalığın tutsağı olmaya değer miydi?!
Muhteşem demir yumruk, başınızı ezen darbeler uyandırmadı mı sizi?!
Başınız batsın!..
Olmayan başınız...
Devlet başkanımızın festivalde yaptığı konuşmayı dinlerken, her zamanki kararlılığına, aklına, zekasına, gelecek vizyonuna hayran olduğum kadar, "Harıbülbül" festivalinde sunulan kültür incilerinin güzelliğinde ruhum tazelenirken, o yaşlı Ermenilerin yoksul ve depresif bakışlarını hatırladım.
İlham Aliyev kadar güçlü ve kararlı bir liderin önderliği ile Güneşin Altında ısınmanın, sevginin, barışı inşa etme arzusunun, hoşgörünün, diğer kültürlere saygının, insana ne kadar büyük bir mutluluk ruhu getirdiğini bir bilselerdi...
Özelliği sadece söküp dağıtmaktan, eline geçeni, gözüne görüneni izinsiz almaktan, çalmaktan, kendi sahte geçmişini, ulusal varlığını şişirmeye çalışmaktan ibaret olun, bu vahşi, vandal bir yaşam tarzına kimin ihtiyacı olabilir ki?!
Kötü olur anlamak derdi...
***
Geri dönüyoruz...
Dağların beline bir kemer gibi sarılan çapraz yollar aşağılara, yeşil ormanlıklara, derin enginliklere açılıyor.
Ağaçları kalın, sık meşelerin içinden sallanarak gidiyoruz.
Gururla...
İftihar duygusuyla...
...Cıdır Düzü’nde, hayallerimizin gerçeğe döndüğü mekanda bir hayli gezdik. Kol-kola, el-ele verip dans ettik, halay çektik...
Bu kutsal toprakların ruhuna sinmiş, yumurtalı, safranlı ve tadı dişlerimizin dibinde kalmış, farklı lezzeti olan bir hamur tatlısı yedik...
Bu kutsal yol, bu defa hepimizi çok büyülemişti...
Doğanın çekiciliği, uzun yılların özleminden sonra kısmet olan kaderin heyecanı ve hepsinden önemlisi, ateşli sıcağı ve sıcak ateşi ile bizi selamlayan Şuşa Güneşinin büyüsü...
Yazabileceklerimin yazdıklarımdan daha çok olduğunun farkındayım, epeyce çok...
Ne yapmalıyım? Gerisini de yeni gezilere bırakıyorum...
Özgürlüğün, yeni şanın kutlu olsun Karabağ!...
Elveda sevgili "Cıdır Düzü"! ..
Yeniden buluşana kadar, Sevgili Şuşa!
Güneşli sevgilerle, sevgili Güneşle! ..
Ve en iyi dileklerimle!..
İmamverdi ISMAYILOV,
Azerbaycan Milletvekili, yazar-yayıncı