AVRUPA BİRLİĞİ'NİN ÖTEKİ YÜZÜ: YAZI DİZİSİ- 7

Veysel BOĞATEPE

(AB’nin IMF ile Gümrük Birliği politikaları, ilerleme raporunda ki önemli maddeler ve Türkiye’nin tavizleri)

Türkiye’nin AB sürecine girişi, ikinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında bir bankerlik kurumu olan ve daha sonra finans imparatorluğuna dönüşen Mayer Amschel Rothschild’den borç para almamızla başladı. Bugünkü adı kısaca IMF olan finans imparatorluğundan uzun yıllar boyunca yüksek faizle borç para alan Türkiye’nin IMF’ye olan son dilim borç taksiti olan 390 milyon dolar, 14 Mayıs 2013’te AKP döneminde özelleştirmelerden elde edilen gelirle kapatıldı.

AKP, kamu varlıklarını satarak bu borcu kapatmıştı ancak siyasetini yalan ve inkâr politikaları üzerine inşa eden AKP, geçmiş dönemdeki iktidarları kötüleyerek bu hadiseyi bile büyük bir propaganda malzemesi yaptı. Özelleştirmelerden 2019’da 8 milyar dolar gelir elde eden iktidar, 2002’ye gelindiğinde bu geliri 45 milyar dolara yükselmişti. Bu paranın sadece 390 milyon doları IMF’ye ödenmişti ve geri kalan gelirin nereye harcandığı konusunda sorulan sorulara da “ticari sır” diyerek gizli tutmayı tercih etmişti.

Sonuçta IMF’ye olan borç kapatıldı fakat günümüz Türkiye ekonomisi, IMF’den borç aldığımız yıllardan daha kötü duruma gelmiş durumdadır. Bugün ekonomisi en kırılgan 5 ülke içinde yer alan Türkiye, değil IMF uluslar arası tefecilerden dahi borç para alamayacak kadar güvensiz bir ülke durumundadır. IMF’nin amaç ve politikasını Bill Clinton’ın Ekonomi Danışmanı ve aynı zamanda Dünya Bankası baş ekonomisti, Nobel ödüllü Prof. Dr. Joseph Stigliz; “İMF ve yandaşı kuruluşlar, borç verdikleri ülkelerin çıkarlarını gözetmezler. Onlar zengin sanayi ülkelerinde ki kuruluşların ticari ve finansal çıkarlarını kollayan bir tutum sergilerler.” sözleriyle açıklarken ABD Savunma Bakanlığı’nda danışmanlık yapmış Amerikalı siyaset bilimcisi Samuel Philips Huntington ise IMF hakkında daha çarpıcı bir gerçeğe işaret ediyor.

Batının IMF ve diğer milletlerarası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi iktisadi menfaatlerini terviç (değerini arttırma) ederken, kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları diğer milletlere zorla kabul ettirdiklerinin altını çiziyor. 

IMF’den sonra ikinci kuşatma planı olarak özelleştirme adı altında Türk halkının varlıkları bu yöntemle ellerinden alınmaya başlandı. Fabrikalar, deniz ve hava limanları, yer altı ve üstü madenleri, işletmeler, bankalar, tarım toprakları, köprüler vb. yabancılara satıldı, kiralandı. Ülkenin milli servetlerini, değerlerini yabancılar ile yabancı ortaklı şirketlere satmakla yetinmediler, 6 Mart 1995 tarihinde “Gümrük Birliği Anlaşması”nı imzalayarak Türkiye’yi açık pazar haline getirdiler.

Dönemin başbakanı Tansu Çiller ile Dışişleri Bakanı Murat Karayalçın, müzakere tarihi bile verilmeden halka “büyük bir pazarla bütünleşiyoruz” yalanını söyleyerek anlaşmanın altına imzalarını atılar. Bugün Türkiye’yi Avrupa’nın pazarı haline getiren, çöpünü dahi bize satmasına müsaade eden anlaşmanın içeriğinde Avrupa mallarının serbest dolaşımından söz ediliyordu fakat bu gerçeği halktan gizlemişlerdi. Sözünü ettikleri bu büyük pazar sayesinde son on yılda ekonomimiz 200 miyar dolara yakın bütçe açığı vermişti. Refah Partisi adına 8 Mart 1995’te TBMM de konuşma yapan ve son olarak AKP kadrosunda Dışişleri Bakanlığından cumhurbaşkanlığına terfi ettirilen Abdullah Gül şöyle diyordu:

“Böyle bir anlaşmanın, bu şekilde imzalanmasına biz Refah Partisi olarak metot, usul ve esas yönünden karşı çıkan tek partiyiz. Şurada “Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir!” yazıyor. Bunun anlamı nedir? Bu kadar önemli karar alınırken, milletin bu konuda bilgisinin olması gerekiyor. Bunun anlamı budur. Şimdi soruyorum: Türkiye Gümrük Birliğine girdi. Türkiye’nin önemli antlaşmasına imza atan bu hükümet, halka gerçekten bilgi vermiş midir? Bu demokratik bir anlayış mıdır? Türkiye’nin AB’ye giremeyeceği kesindir, bunu Avrupalılar söylemektedir. Çünkü AB, bir Hıristiyan Birliğidir.”

Çiller Hükümetini ağır bir dille eleştiren, egemenlikten, bağımsızlıktan dem vuran, şeffaf olmaya çağırarak tam bir vatansever kimliğine bürünen, eskilerin milli görüşçüsü Abdullah Gül, AKP hükümeti döneminde AB kapılarında Türk ulusunun egemenliğini yani kendi deyimiyle Müslümanların egemenliğini “Hristiyan Birliği”ne teslim etmek için olmadık ödünler verdi, kamuoyuna yalanlar söyledi.

Türkiye’yi kıskaca alan, kuşatan antlaşmalar

Adnan Menderes’in Hükümeti DP, 31 Temmuz 1959 da o zamanki adı AET olan Avrupa Ekonomi Topluluğuna ortaklık başvurusuyla Türk ulusunun bağımsızlığını ve egemenliğini yabancılara teslim edecek ilk girişimi yaptı. Kendi ayağıyla gelen bu büyük avı kaçırmak istemeyen Avrupa, iki ay gibi kısa bir süre içinde AET Bakanlar Konseyince Menderes Hükümeti’nin başvurusunu onayladı. Daha sonraları ise AET ile Türkiye’yi “gümrük birliği” ne götürecek olan “Ankara Antlaşması” 12 Eylül 1963’te İsmet İnönü tarafından imzalandı. Türkiye kıskaca girmişti fakat bizim siyasilerin şark kurnazlığı batı kurnazlığı karşısında sökmüyor, bu antlaşma ile Türk ulusunun kayıtsız şartsız egemenliği AB ye teslim edilme yoluna tamamen giriyordu. Türkiye’yi dört ana başlık altında bölmeye, parçalamaya çalışan emperyalistler ilk iki başlık olan IMF ile Gümrük Birliğini halletmiş, sıra diğerlerine gelmişti. AB’nin 13 Kasım 2001’de Türkiye’ye özelleştirmelerin hızlandırılması yönünde yaptığı çağrıyı AKP hükümeti gündemine aldı ve üçüncü başlık özelleştirmeyi hızlı bir şekilde uygulamaya koyarak ülkenin kamu kurumlarını satışa çıkarttı.

Öyle ki, kamu kurumlarının satışı konusunda yöneltilen eleştirilere, dönemin Maliye bakanı Kemal Unakıtan “gerekirse pijamalarımı giyer yine satarım” yanıtını verdi. Bu söz AKP’nin, AB programlarını uygulamakta ne denli kararlı ve pervasız olduğunu gösteren en çarpıcı sözdü. Yarım asırdır AB kapısında Türkiye’yi süründürenler, imza atanlar bugüne kadar IMF’nin gerçekte AB finans kapitallerinin dayatmaları olduğu, IMF sermayesinin % 29.88’nin AB ülkelerine ait olduğu gerçeğini kamuoyuna açıklamadılar.

Türkiye’nin gümrük birliğine 13 Aralık 1995’te girmesiyle ilgili 1/ 95 sayılı Türkiye /AB Ortaklık Konseyi Kararı, Strasborg’da Avrupa Parlamentosu tarafından onaylanırken, Çiller hükümetinde dışişleri bakanlığını Murat Karayalçın’dan devralan Deniz Baykal; Türkiye’nin Gümrük Birliğine girmesini büyük bir başarı olarak ilan ediyor ve şöyle diyordu; “Türkiye’nin Avrupa’daki yeri tescil edilmiştir. Bu milletin başarısıdır. Türkiye de hiçbir siyasal kriz bizim gümrük birliğine girişimizi engelleyemez.” 

Gümrük fatihi Deniz Baykal bu incileri dökerken, diğerleri de zaferi kutlamaktan geri kalmıyordu. Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise “Bu gelişme Türkiye ile Avrupa ilişkilerinde tarihi bir aşamadır. Zenginlik denizine daldık.” gibi övgüler sıralıyordu. Sadece Refah Partisi genel başkanı Necmettin Erbakan çok farklı bir değerlendirmede bulunarak “Gümrük Birliği Anlaşması bir paçavradır. İktidara geldiğimizde yırtıp atacağız.” diyerek kısmen de olsa gerçeklere işaret ediyordu. Oysa işin aslı böyle değildi ve 50 yıldır halkı yalanlarıyla uyutmaya devam ediyorlardı.

Yaklaşık iki yıl sonra da Gümrük Birliği çerçevesinde 2 Ekim 1997’de imzalanan “Amsterdam Anlaşması” ile hükümetler arası kararlar alınan konularda tam yetki AB’ye verilmişti. Yani AB, ulus devletlerin üstünde bir yetkiye sahip olmuş, parlamento kararları yok sayılmıştı. Bu anlaşmayla aynı zamanda ulus devlet anlayışının yerine “böl ve yönet” politikası olan “yerel yönetim” kavramı ortaya atılarak ulusal meclisi ortadan kaldırmanın önü açılmıştır. Daha sonraları Avrupa Müktesebatı’nın 4. Bölümü olan “sermayenin serbest dolaşımı” konusundaki tanıtıcı tarama toplantısında AB sermayesinin, hiçbir yasal engel olmadan Türkiye’ye nasıl girip çıkacağı anlatılırken, Türk sermayesinin AB içinde serbest dolaşamayacağını ayrıntılarıyla anlatmışlardır fakat her zaman olduğu gibi halka bu gerçekleri de açıklamamışlardır. Bugün Türkiye’nin her konuda dışa bağımlılığının temel nedenlerinden birisi de budur.

AB raporundaki önemli talepler ve tavizler

AET, Türk Gümrük Birliği’ni derinleştirecek önlemlerin uygulanması için 3 yıl boyunca yılda 5 milyon euro yardımı öngörürken, onay sürecinde olan ikinci tüzüğün de ekonomik ve sosyal kalkınmayı teşvik edecek tedbirlerin alınmasına yönelik olduğunu, 3 yıl boyunca toplamda 45 milyon euro yardım yapacağını açıklamıştır. Atatürk’ün kurduğu bağımsız cumhuriyeti böylesine gülünç yardımlarla dilenci durumuna düşürenler, Gümrük Birliği anlaşmasıyla Türkiye’yi batıya boyun eğecek duruma getirmişlerdir.

Gümrük Birliği Anlaşmasından sonra AB, orijinali 82 sayfa olan ve Türkiye hakkında ilk rapor özelliğini taşıyan “İlerleme Raporu”nu Kasım 1997 yılında yayınladı. Daha sonraları ise duruma göre düzenli olarak raporlar yayınlayacak ve Türkiye’nin ödünler vermesini isteyeceklerdi.

İlk rapor da kendilerini garantiye alan AB bizden aşağıda ki ödünleri talep ediyordu: 

- Türkiye, Avrupa Müktesebatı ve Gümrük Birliği kurallarının eksiksiz uygulanabilmesi için var olan tüm engelleri ortadan kaldırmalıdır. (sayfa: 80)

- Türkiye’de yabancı işçilerin serbest dolaşımını kısıtlayan bir çok yasa olup, bunlar kaldırılmalıdır. (sayfa: 81)

- Tarım, Türk ekonomisinde tarım hala en önemli sektör olarak gözükmektedir. AB’ ye üye olabilmek için çeşitli tarım ürünlerinin üretiminde AB ye uyum sağlanması gerekmektedir. (sayfa:93)

- Canlı hayvan ve et ürünlerinin Türkiye de ithali hala yasaktır. Bu yasak kaldırılmalıdır. (sayfa: 94)

- Bankacılık, sigorta, yatırım hizmetleri ve menkul kıymetler piyasasında şirket kurma ve hizmet verme AB ye üye ülkelerde ulusal yasalarla engellenemez. (dikkat ediniz, Türkiye AB’ ye üye değil) Önemli yasal kısıtlamalar, yabancıların bu sektörlere girmesini engellemektedir. Hatta Türk yasaları daha da ileri gidip Türkiye’de yerleşik şirket sahibi yabancıları bile bu hizmetleri vermekten alıkoymaktadır. (sayfa: 82- 83)

Sonraki bölümlerde AB’nin Türkiye hakkında yayınladığı raporların önemli maddelerinden örnekler vereceğim ancak bu rapordaki maddelere baktığımızda AB’nin bize ödünler vererek ilerleyebileceğimizi açıkça belirttiği görülmektedir. Peki, Avrupa mallarının, işçilerinin ve sermayesinin ülkemizde serbest dolaşmasını, yabancıların iş kurmasını ve kamu alımlarını engelleyen yasalarını kaldırmasını isteyen, fikri mülkiyet hukukunun ve rekabet politikasının da yeniden düzenlenerek yabancı sermayeye geniş imkânlar sağlanmasını talep eden AB, aynı imkânları Türkiye’ye tanıyor mu? Türkiye üye olmadığı halde bu talepleri karşılarken, ekonomik zorlukları olan Türkiye’ye AB ülkelerindeki Türk işçilerin tasarruflarını yollamasını engelleyen kararlar almış, T.C merkez bankasının Almanya’daki etkinliklerini sınırlandırmış, telif hakları ve kara para propagandalarıyla Türk ekonomisini çökertmeye çalışmıştır.

Ayrıca Türkiye’nin ekonomisini batıran IMF’nin tüm programları ile Türk sendikalarının “mezarda emeklilik” dediği yasaların tümünü desteklediği yönde açıklamalar da yapmıştır. Görüldüğü üzere Gümrük Birliği Anlaşması, siyasilerin açıklamalarının aksine bizi zenginlik denizine daldırmadığı gibi fakirleştirmiş, Avrupalılara önemli bir ticaret kapısı açmıştır. Temelde Gümrük Birliği’nin hem Avrupa hem de Türkiye için faydalı olduğu düşünülebilir ancak öncelikle üçüncü dünya ülkeleriyle birlikte Türkiye’ye uyguladıkları kısıtlamalar başta olmak üzere gerekli düzenlemelerin yapılarak karşılıklı dengelerin sağlanması gerekmektedir.

Aksi halde Gümrük Birliği ve devamında gelen antlaşmalarla çok büyük ve ciddi zararlara uğratılan Türkiye’nin, Avrupa’nın tam bağımlı sömürgesi haline gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.