(AB’nin azınlıklar politikası ve Türkiye hakkında Parlamento kararları)
Avrupa Birliği hakkında gerçekler halka anlatılmadığı için kamuoyu AB’ye girmekle zenginleşeceğini zannetmektedir. Çünkü Türkiye’nin AB’nin mevzuatı henüz Türkçeye (90 ile 120 bin sayfa) çevrilmediği için Türkiye’yi yönetenler de içeriğinde neler olduğunu tam olarak bilmemektedir. Buna rağmen AB yasalarını uygulamaktan çekinmemişlerdir. Bugün gelinen nokta tesadüf değil, AB’nin istek ve taleplerinin yasalar kılıfı altında uygulanmasının sonucudur. Dolayısıyla AB’nin tüm sömürgelerini kaybettiğini, hammadde, iş gücü ve pazar ihtiyacının yanı sıra petrol ve diğer stratejik kaynaklara da sahip olmadığını bilmesi de mümkün değildir. NATO olanakları dışında askeri gücü olmayan AB’nin dış politikası belirgin değil, üyeleri arasında da farklı uygulamalar vardır. En önemli özelliği de tarih boyunca yayılmacı bir politika izlemesi, yani emperyalist olmasıdır.
AB üzerindeki etkinliğini giderek ağırlaştıran Almanya ve Avrupa’da yaklaşık 5 milyon Türk yaşamaktadır. AB ülkelerinin hiçbiri ülkelerinde yaşayan Türklerin talep ettikleri kültürel, siyasal ve sosyal hakları vermemiştir. Ancak Türkiye aleyhinde yapılan taleplere karşılık vermiş ve hatta maddi ve manevi destek sunmuştur. Türkiye aleyhinde faaliyetlerde bulunan şeriatçıları, ayrılıkçıları ülkelerinde barındırıp destekleyen AB, imzalanan sözleşmelere göre vermesi gerektiği yardımları çeşitli bahaneler ileri sürerek vermemiştir. Türkiye’yi bölüp, parçalamaya yönelik ön şartlar ileri süren AB’nin parlamento kararlarında bu gerçekler açıkça dile getirilmiştir.
AB’nin azınlıklar üzerinden kışkırtmaları
Avrupa Birliği Parlamentosu, 2000 yılı öncesinde AB üyeliği bağlamında Türkiye’ye pek çok çağrılar yapmış, bu konuda kararlar almıştır. Bu çağrılar AKP öncesinde gümrük birliği ve özelleştirmeler ile karşılık bulmuştur ancak gümrük birliği ve özelleştirmelerin yanı sıra pek çok AB talep ve istekleri AKP döneminde yerine getirilmiştir. Avrupa Parlamentosu’nun 10 Şubat 2000’de “AP, Türkiye’nin AB’ye üyeliği görüşüyle bir plan doğrultusunda Kopenhag Kriterlerini yerine getirecekse, Kürt sorununun çözüme kavuşturulmasının hayati önemde olduğunu vurgular” çağrısını AKP, 2009’da “Kürt Açılımı” ile yerine getirmiştir. Kürt açılımı, Türkiye’nin doğrudan bölünmesini ön gören “Kopenhag Kriterleri”nin pratikteki uygulamasıdır. Kopenhag Kriterlerini yerine getirmek demek, Türkiye’nin bağımsızlık senedi Lozan’dan vazgeçmek demektir. Devletin dayandığı temel ilkelerden birisinin de halkın ulusal dili olduğu gerçeğini çok iyi analiz eden Mustafa Kemal Atatürk, Lord Curson’un Lozan’ın 8. Maddesinde ki “Dil ve kimliklere özgürlük” isteğini tüm ırarına rağmen reddetmiştir. Atatürk’ün bu zekice öngörüsünü neredeyse 100 yıl sonra eski Fransa başbakanı Jague Chirac 2007’de, AB’nin Kopenhag Kriterlerini kastederek “Fransızca, Fransasız milletinin çimentosudur. Fransa bu kanunu kabul ederek Balkanlaşamaz.” sözleriyle dile getirmiştir. Açılım sürecinde AKP kadrosunun Lozan’ı aşındırmaya, itibarsızlaştırmaya çalışmasının altındaki gerçek de budur. Çünkü aynı sınırlar içinde vatandaş olarak yaşayan halkları din, dil, şive, kimlik, kültür, azınlık, çoğunluk, ırk vb. gibi etnik açıdan bölen emperyalist programı uyguladıklarını bu şekilde kamuoyunun dikkatinden kaçırabileceklerini düşünmüşlerdir.
Türkiye’ye “AB Uyum Yasaları” kılıfı altında dil, kültür, azınlık vb. gibi zorlama ve tavsiyelerde bulunan AB üye devletlerinin hiçbiri bunları yerine getirmemiş, aksine karşı çıkmıştır. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin hazırladığı 1983 tarihli “Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Sözleşmesi”ne Türkiye, İngiltere ve Fransa çekimser oyu verirken Yunanistan red oyu vererek bu tuzağa düşmemiştir. Daha önce çekimser kalan Fransa, tehlikenin farkına varmış ve 17 Temmuz 1999’da “Mahalli diller ve şivelere özgürlük kanunu” reddederek ülkenin ve toplumun bütünlüğünü bozacak olan kanunu ortadan kaldırmıştır. Türkiye ise Fransa’nın aksine AKP döneminde AB’nin bu tehlikeli taleplerini karşılamaya başlayarak tuzağa düşmüştür. Buna göre Lozan Anlaşmasında sadece Rum, Musevi ve Ermeniler azınlık sayılırken bugün başta Kürtler olmak üzere Lazlar, Çerkezler ve inanç eksenli olarak Aleviler de azınlık sayılmaktadır. Avrupa Birliği 2001 İzleme Raporunda Alevi yurttaşlarımızdan açıkça “Müslüman azınlık” şeklinde bahsedilerek ayrımcılık, bölücülük yapılmaktadır. Türkiye’nin bütünlüğünü bozacak, çözülme ve dağılma sürecini hazırlayacak program, Alevi / Sünni ayrımını derinleştiren politikalarla güçlendirilmektedir. Bu bağlamda Kürtçe kanalların açılması, resmi kurumlarda dil, lehçe, ticari sicil kaydı gibi serbestliklerin verilmesi Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Güneydoğu bölgesini neredeyse farklı bir ülke durumuna getirmiştir. AKP’nin, sığınmacı Araplar ile stratejik ilişkileri olan Arap ülkesi vatandaşlarına verdiği serbestlikler, imtiyazlar Türkiye’nin genel hatlarıyla demografik yapısını bozmuş, tüm dinamikleriyle neredeyse farklı bir ülke durumuna getirmiştir. İlerleyen zamanlarda azınlıklar sorunu, kontrolsüz ve hesapsızca kabul edilen mültecilerle birlikte daha da kronik bir duruma gelecektir. Toparlayacak olursak, Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıklara Lozan’da verilen kolektif azınlık haklarını AB, bugün diğerleri için de talep etmektedir.
AB Parlamentosu’nun Türkiye kararları
Avrupa da ve ülkemizde özellikle de Alevi yurttaşlara yönelik yoğun Hıristiyan propagandası yapan AB, Alman Alevi ve Alman İslam’ı gibi yeni akımlar yaratarak Türk kimliğini silmeyi hedeflemiş, aldığı kararlarla ve Türkiye’ye yaptığı çağrılarla bu amacını açıkça ortaya koymuştur. Azınlık hakların dışında Kürtler için siyasi çözüm de isteyen AB, 1996’dan beridir Güneydoğu’daki tüm askeri operasyonlara karşı çıkmış, PKK ve ardıllarını silahlı terör örgütü olarak kabul etmemiş, PKK militanları için genel af talebinde bulunmuş, yargılanan militanların mahkemelerinin durdurulmasını istemiş, Türkiye’nin Güneydoğu bölgesinden “Kürdistan” olarak bahsetmiştir. Bir dönem Avrupa Komisyonu Delegasyonu, Ankara başkanlığını yapan Karen Fogg, 2001’de yaptığı Tunceli ziyareti esnasında asılı Türk bayraklarını işaret ederek “…bunların yanında sarı, kırmızı yeşil bayrakları görmeyi bekliyorum” diyerek açıkça PKK propagandası yapmıştır. AB genişlemeden sorumlu Avrupa komisyonu başkanı Roman Parodi adına Türkiye masa şefi Alain Servante ise PKK başkanlık konseyine yazdığı 20 Kasım 2000 tarihli mektubunda AB’nin azınlıklar politikasından detaylı bir şekilde söz etmiş ve mektubunu derin saygılar sunarak bitirmiştir. Keza Avrupa Parlamentosu, 22 Temmuz 1999 tarihinde; “1- AP, bay Öcalan’a verilen cezayı lanetler ve ölüm cezasının kullanılmasına kesin muhalefetini yeniler. 2- Türkiye’yi, AİHM’in bay Öcalan için alacağı karara uymaya çağırır. 3- Bay Öcalan’ın idamının Avrupa’da güvenlik ve istikrar açısından önemli etkilerinin olacağına ve Türkiye’nin AB ile bütünleşme sürecine zarar vereceğine inanır.” kararlarını alırken farklı tarihlerde de şu kararları almıştır:
- AP, Sakharov ödülü sahibi Leyla Zana ve düşünceleri nedeniyle hapse atılmış olan Kürt kökenli milletvekillerinin serbest bırakılmalarını talep eder.(15.11.2000)
- Kürt halkının siyasal, kültürel ve sosyal haklarını tanıyan bir çözüm bularak Türkiye’deki anlaşmazlıkların nedenlerine bir çözümün bulunmalıdır. (22.07.1999)
- Konsey’e ve üye devletlere de Kürtlere karşı insan hakları ihlalleri sorununu BM İnsan hakları Komisyonunda gündeme getirme çağrısı yapar. (10.02.2000)
Açıkça görüldüğü üzere Öcalan’a sahip çıkan AB, Türkiye’nin üyelik yoluna bir de Abdullah Öcalan engelini koymuştur. Daha net ifadeyle “Öcalan’ı idam ederseniz, AB’ye giremezsiniz” diyerek resti çekmiştir. Bu kararların yanı sıra Öcalan’ın yakalandığı 1999’dan sonra özellikle de Kürtlere yönelik Türkiye’ye farklı tarihlerde çağrılarını yoğunlaştırarak teslim almaya zorlamış ve “Açılım” kılıfı altında birçok talep ve isteklerini elde etmişlerdir. Osmanlı’ya karşı Arap ayaklanmasını örgütleyen Britanyalı casus Thomas Edwar Lawrence’nin “Kürt devletini kurdurarak Türk milletini tarih sahnesinden silecektim. Başaramadım” sözü bugün de gerçekleşmedi ancak AB’ye üye olacağı hayaliyle büyük tavizler veren Türkiye, ekonomi, siyasi, hukuk, demokrasi, insan hakları vb. gibi birçok yönüyle gerilemiş ve buna paralel olarak da fakirleşerek Ortadoğu ülkeleri seviyesine düşmüştür.