Atatürk, dinine ve dinlere saygılıydı. Özellikle Ramazan’da ve dini bayramlarda gerek şahsı, gerekse makamına yakışır biçimde saygın olurdu. Araştırmacı Yazar Yaşar Gürsoy, Atatürk’ün Ramazan ayında neler yaptığını, nasıl davrandığını araştırdı.
Atatürk, özellikle akşam sofralarında, önemli bir konuyu ele alır ve derinlemesine tartışır yanında bulunanların da mutlaka fikrini sorardı. Dinlere karşı olan hassasiyeti herkesçe bilinir, o konular konuşulacağı zamanlar asla sofrasında alkollü içecek bulundurmazdı...
“Gerek Kur’an, gerek mevlit okunurken çok mütehassıs olduğu görünürdü. Hatta Muzıka heyetinde bulunan hafızlardan Ramazanlarda camilerde mukabele okuyanlara bir ay izin verir, o din görevlilerinin Ramazan içinde yapılan fasıllarda bulunmalarında asla ısrar etmezdi.”
Bu sözler Atatürk’ün çok değer verdiği hafızı Yaşar Okur’a ait. Ve aşağıdaki satırlarda:
“Ramazanların Atatürk için büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez incesaz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil geceleri de saz çaldırmazlardı… Beni yanına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. O anlarda huşu içinde olur gözlerini bir noktaya denk getirip öylece dalıp giderdi…Hacı Bayramı Veli ve Zincirlikuyu Camilerinde şehitlerin ruhuna Kuran-ı Kerim okunmasını emrederdi…”
'Büyük Atatürk’ün Ramazanlara karşı ilgisi ve saygısı vardı'
Hafız Yaşar Okur uzun yıllar sonra, Atatürk’ün kendisiyle birlikte yol aldığı bu uygulamayla ilgili ve Hz. Muhammed ile ilgili anılarında şunu söyleyecekti:
“Büyük Atatürk, birçok vesilelerle şöyle demiştir: ‘Mukaddes mihrabı, cehlin elinden alıp ehlinin eline vermek zamanı gelmiştir.’
Bunu, dini davranışlarına daima düstur yapmışlardır.
O, camileri ibadet için olduğu kadar, düşünmek, danışmak için de birer mukaddes yer olarak telakki ederdi. Peygamberimiz Efendimizden de büyük bir takdirle bahsederlerdi. O devirler için hep: ‘Hazreti Peygamber’in zamanı saadetlerinde...’ diye saygı kelimeleri kullanırlardı.
Ayrıca Peygamber Efendimizin dirayetli bir devlet adamı, iyi bir başkumandan olduğunu da sık sık tekrarlarlardı. Velhasıl, Büyük Atatürk’ün Ramazanlara karşı ilgisi ve saygısı vardı. Herkesin inancına hürmet ederdi. Maneviyata bağlı idi.”
Abdülhalik Renda çok deneyimli bir politikacıydı. Dört kez Maliye, bir kez Milli Savunma Bakanlığı ve TBMM Başkanlığı yapmıştı. (10 Kasım 1938 tarihinde yaşamını yitiren Atatürk'ten boşalan Cumhurbaşkanlığı makamına ise bir gün süreyle vekâlet edecekti)
Ramazan ayına giriliyordu…
Akşamdı, Bakanlar Kurulu Çankaya’da akşam yemeğindeydi. Abdülhalik Renda da sofradaydı. Atatürk’ün bir ara sesi duyuldu:
- Aranızda oruç tutanlar var. Gelin, bunu tam bir iftar yapalım.
Ertesi akşam dediği gibi oldu. İftar topu patlamadan, Bakanlar kendilerini mükemmel bir iftar sofrasında buldular. Yaşananlar Abdülhalik Bey’in çok hoşuna gitmişti:
“… Ortada içkiden eser yoktu. Ananenin tatlılığını, bir zevkten feragatin hazzını herkes birden duymuş.”
Münir Hayri Egeli, Yazar, sinemacı ve heykeltıraştı. Sinema eğitimini Atatürk’ün isteği üzerine Almanya ve Rusya’da almıştı. Akşam sofralarına çağrılan bir isimdi.
Atatürk öldükten sonra; 21 Temmuz 1948 günü çalıştığı gazetedeki köşesinde şunları yazacaktı:
“Büyük adam, maalesef, anlaşılamadan öldü. Hâlâ da onu anlamak istemeyenler veya anlamak iktidarında olamayanlar var. Fakat daha ziyade bir taraftan yobazlar, diğer taraftan aşırı sofular tarafından ona ait güzel ismin ve Türk milletinin şahsına olan bağlılığının sökülmesinde birtakım esaslar aranarak hücumlar yapılmaktadır.
Türk milletinin Atatürk’e ve onun temiz ideallerine bağlılıklarını sarsmak, gerektiği zaman etrafında toplanabilecek bir varlığı yıkmak da tam manası ile bir düşman emelidir. Her vakit ve her vesile ile tekrarladık, şimdi bir kere daha söyleyelim:
‘Biz, Atatürk’ü ifratkâr (haddini aşan) duygular ile insanüstü bir mahluk sayanların hatalı düşündüğüne inananlardanız. Bizzat kendisi, böyle telakki edilmekten hiç hoşlanmazdı.
Buna mukabil ‘insan olmaktan ‘beşeri’ sayılmaktan büyük haz duyar, kendisine böyle hitap edenlerden memnun kalırdı.
‘İnsanlık idealinin’ hizmetinde olmaktan zevk alırdı. Fakat, onu bu milletin fikri birliğinin sembolü olmaktan çıkarmak, bu millete, Atatürk’e itimatsızlık telkin etmek, düpedüz düşman emeline hizmet etmektir. Zaten düşman ajanlarının bu gayeye çalıştıklarını görmek de pek güç değildir. Nihayet, işi en basit tarafı ile ele alsak, bugün Allah’ın rahmetine kavuşmuş, binaenaleyh kendisini bizzat müdafaa etmek imkânından mahrum olan bir şahsiyete, böyle alttan alta ve tezvir (kara çalma) yolları ile hücum etmenin ahlak ve insanlık bakımından ne kadar aşağılık olduğunu da bilmek lazımdır.”
İftar masasında neler olurdu?
1900 İstanbul doğumlu tarihçi ve öğretmen Enver Behnan Şapolyo bir anektodunda Atatürk'ün iftar sofrasından şöyle bahsediyor:
'Atatürk de bizim gibi yalnızdı. Annesi Zübeyde ve kız kardeşi Makbule hanımlar İstanbul'da bulunuyorlardı.
Köşkte ona akrabası Fikriye hanım hizmet ediyordu. Ankara'nın ulema sınıfı için tertip edilen iftar sofrasını Fikriye hanım kendi elleriyle hazırlamıştı.
Bu tam bir iftar sofrasıydı. Sofraya pideler dizildi, reçel sucuk pastırma peynir ve zeytinler küçük tabaklar içinde sofraya yerleştirildi. Bol susamlı simitlerde alınmıştı. Oruç bozmak için tuzda unutulmamıştı. Yemek olarak tarçınlı toyga çorbası, Ankara tavası, kuru bamya, zeytinyağlı dolma, kelek turşusu, tel kadayıf ve Zerdali kompostosu pişirilmişti.'
Siyasetcafe.com