Geçen hafta Arjantin devlet başkanı Mauricio Macri bazı siyasetçilere ama özellikle kendinden önce iki dönem devlet başkanlığı yapmış Cristina Kirchner’e davette bulundu. Macri, ülkenin içinde bulunduğu derin ekonomik kriz ortamında siyasal bir uzlaşma arayışı içinde. Ya da öyleymiş gibi yapıyor. Zira davette bulunduğu eski başkan Cristina Kirchner hakkında iktidara gelir gelmez üç yüzden fazla dava açtırdı. Bunlardan üçünde tutuklama kararı çıktı bile. Bayan Cristina hali hazırda senatör olduğu için dokunulmazlığı bulunuyor. Yoksa çoktan hapsi boylayacaktı.
Arjantin ilginç bir ülke; iki asır önce devletlerini yoktan kurmalarına rağmen bu ülkede siyaset, idare ve hukuk gelenekleri çok güçlü. Bağımsızlıkçı eğilimler de devrimci bir damardan besleniyor. Öyle ki hiç beklenmedik bir anda İngiltere’ye savaş ilan edecek kadar da milliyetçiler. Fakat ABD zaman gelmiş askerin sırtını okşamış, zaman olmuş tekmeyi vurmuş. Siyasetçilere bol keseden IMF programları dayatıp milli ekonomiyi çökertmiş. Sonrası malum Türkiye’nin 3,5 katı büyüklüğünde ve Antarktika dahil üç bin kilometreden fazla denize kıyısı olan bu dev ülke her on senede bir krizlere giriyor.
Arjantin’de iktidar ve muhalefet blokları arasında dönemsel paktlar, konsensüsler, ulusal uzlaşmaların örnekleri var. Örneğin 1973’de askerler kısa bir süreliğine de olsa serbest seçimlere izin verdiklerinde Peron onlarla ve aslında oligarşiyle böyle bir anlaşma yapmıştı. Ancak bu pakt oligarşinin seçimlerden hemen sonra cayması ve askerlerin Arjantin tarihinin en kanlı darbesini yapmasıyla sonuçlandı. Darbeciler gittikten sonra 1985’de “Demokrasinin Pekiştirilmesi Konseyi” adı altında beş yıllık bir anlaşmayla “Arjantin İttifakı” yeniden kuruldu. Sonra hiperenflasyon ortamında “El Turco” Menem iktidara gelince 1994’de bir anayasa reformu anlaşmasıyla muhalefet ve iktidar bir araya geldi. 2001 krizinden sonra Arjantin’de devlet, siyaset ve partiler çökünce mecburen yeni bir “Arjantin ittifakı” oluştu ve bu küçük bir grup olan Kirchner’leri iktidara taşıdı. Bugün bayan Kirchner’in tartışmasız başkanlığa en yakın aday olması o yıllarda ittifakı iyi değerlendirmesine dayanıyor.
Sonuç olarak bu ülke her kriz döneminde ulusal ittifakları becerebilmiş. Oysa Türkiye çok partili sisteme geçtikten sonra 27 Mayıs dışında –o da askerin zoruyla- bir ulusal uzlaşmaya varamamış. Hatırlayalım; Türkiye göz göre göre 12 Eylül darbesine giderken meclisimiz bir Cumhurbaşkanı bile seçememişti. Yakın tarihimizdeki siyasi ya da ekonomik krizlerin hiçbirini ulusal bir uzlaşmayla aşma örneği göstermemişiz.
Arjantin’de bir ittifak geleneği olmasına rağmen durum Türkiye’den farklı değil. Muhalefet lideri bayan Kirchner, devlet başkanı Macri’nin davetine cevap verme zahmetine bile girmedi. Toplantının gerçekleşeceği saatlerde Buenos Aires’teki kitap fuarına son kitabını imzalamaya gitti. Herkes de ona hak verdi. Çünkü “Macri IMF ile çoktan anlaşmış ve açıkçası ekonomi iflas etmiş. Bundan sonra hangi ulusal uzlaşma ekonomiyi kurtarabilir, nasılsa ipler IMF’nin elinde” diye düşünüyorlar.
Kabul etmek lazım ki hiçbir ulusal uzlaşma “vatan millet” edebiyatı üzerine kurulmaz. Ulusal uzlaşmalar mutlaka sınıfsal bir temele dayanır. Bu da genellikle egemen sınıf ittifakıdır. Yani sermaye ve sanayi burjuvazisi varlıklarını sürdürmek için önce siyasal çatışmayı engelleyecek koşulları yaratmak ister. Bunun üzerine ulusal konsensüs oluşturulur. Yoksa tek başına ulusal ittifaklar sorunları çözmez.
Türkiye’nin koşulları ise bir ulusal uzlaşma yaratmaktan çok uzakta. Öncelikle Türkiye batının olağanüstü baskısı altında. Yanı başında bir PKK devletçiği yaratıldı. Ege’de karasuları AB tarafından işgal edilmiş. Muhalefet ise tüm bu gelişmeleri batıcı bir bakışla yorumluyor. Bu yüzden Erdoğan’ın elinde bir “Kürt kartı” kalmadı. Artık bundan sonra AKP ne yaparsa yapsın HDP istese de batıya rağmen onunla uzlaşamaz. Bundan sonra yok Demirtaş bırakılacakmış, yok Öcalan ev hapsine alınacakmış bunların hiçbiri mevcut siyasal ortamı iktidarın lehine düzeltemez.
Zaten CHP’nin iktidar olmak, yeniden bağımsız bir ülke kurmak gibi bir derdi yok. En fazla emanetçi olabilir. Manzara çok net; 20 yıl önce Erdoğan’ı iktidara taşıyan güçler bugün İmamoğlu’na oynuyor. Erdoğan da batının restini görüyor eli artırıyor. İstanbul seçimlerinin iptali başka türlü okunamaz.
Fakat diğer yandan bu kadar küresel etkilere açık bir ekonomi inşa ederseniz “seçim oyununu” sürdürmüyorum diyemezsiniz. Seçim mekanizmasını tartışmalı hale getirdikten sonra kazansanız bile kaybettiniz demektir. Bunu Venezuela’daki iktidar bile yapmadı. ABD’cilerin 2015’de, üstelik bazı eyaletlerde hile ile kazandıkları ispatlanmasına rağmen, meclis seçimleri iptal edilmedi.
Belki de Erdoğan’ın bildiği başka şeyler var ve tüm bu yazdıklarımız karşı karşıya kaldığımız krizde önemsiz ayrıntılardır. Ama belki de Erdoğan restleşmeyi yanlış yerde yapıyor. Kendi cephesini konsolide etmek isterken parçalanmasına yol açıyor. Parti içinde pusuya yatmış kesimlerin kendisine darbe vurmasına fırsat tanıyor.
Yaşayacağız ve göreceğiz…