Galiba insan kaç yaşında olursa olsun çocukluğunun güzel hatıralarını tekrar etmek istiyor. Hiçbir tat hiçbir güzellik çocukluktaki mutlu anların yerini tutmuyor.
Benim de en mutlu çocukluk hatıralarım İstanbul sahillerindeydi.
Dünyanın tüm okyanuslarını gördüm, Karayiplerden Norveç fiyörtlerine girmedik deniz bırakmadım ama hiçbiri İstanbul’un plajlarının ve Marmara’nın az tuzlu denizinin yerini tutmadı.
Eğer çocukken Şile’de yaptığımız aile kamplarını saymazsam, yüzmeyi Moda Plajında öğrendim.
Moda İskelesinin biraz ilerisinde bulunan bu koy aslında plaj olarak pek güzel sayılmazdı. Onu güzel kılan şey bir mahalle plajı olmasıydı.
Küçük Bomonti’yi saran ağaçların arasından dar bir patikadan inerken gözüm hep, yere düşen bal gibi incirlerde olurdu. Plajın girişine vardığımızda ise eski çeşmeden su içmeyi ihmal etmezdim.
Annemle “Kadınlar Hamamı” da denilen plajın kapalı bölümüne giderdik. Bu bölüm denizin içine doğru direkler üzerinde ortası boş kabinlerle çevrilmiş bir ada gibiydi. Pek akıntı olmadığından su hep yeşil renkteydi.
Her gittiğimizde orada olan “Mimi” teyze isimli yaşlı bir Rum’dan öğrendim kulaç atmayı. Belki de yüzlerce çocuğun ilk yüzme öğretmenidir “Mimi” teyze.
O zamanlar İstanbul’da halen mahalle önemli bir şeydi. Bir mahalleye geldiyseniz oradaki insanların koruması altına girerdiniz. Cumhuriyet, Anadolu’nun birçok yerinden farklı olarak İstanbul’da dinin ve etnik kökenin bir ayrım meselesi olmasını, büyük oranda engellemişti. Moda gibi her sokağında halen birkaç gayrı Müslim ailenin kaldığı semtlerde bu özellik daha belirgindi. Sokağın abisi Ermeni kökenli bir delikanlı ya da teyzesi Rum olabiliyordu.
Biraz daha büyüyünce Süreyya Plajını keşfettim. Trenin Haydarpaşa’dan Süreyya Paşa istasyonuna varması çok mu uzun sürerdi yoksa bana mı öyle gelirdi bilmiyorum. Ama sanki başka bir şehre doğru yol alırdı. Trenin sakin ve güvenli biçimde bostanların arasında ilerleyişi ve plaja yaklaştıkça güneşin artan ısısını halen alnımda hissederim.
İstasyonun sokağındaki iki katlı ve balkonları tenteli yazlık evlere hayranlıkla bakardım. Fakat en çok ve ilk görmek istediğim şey “Bakireler Anıtı”ydı. Bugün parkın bir kenarında kalan kubbeli yapının içinde bir zamanlar “bakire” heykeli varmış. Ama ben heykele yetişemedim. Sadece denizin 30 metre kadar içeride kalan kubbeli yapıyı tanıdım.
Bu küçük anıtın içi boş haliyle bile ütopik bir güzelliği vardı. Dünyaya açık bir deniz medeniyetini simgeliyordu. Denizde hazineler gizli olduğu hissini uyandırıyordu. Süreyya Plajı, karşısında adalar biraz geride Çamlık Gazinosunun arasında kalmış saklı bir cennet gibiydi.
Niyeyse Caddebostan Plajıyla ilgili bir şey hatırlamıyorum. Belki de o çok önceden kapanmıştı. Galiba Kalamış’ta bir TCDD kampı vardı.
Sanıyorum Anadolu Yakasının son doğal sahil plajı Dragos’taydı. Sahil yolu yapılmadan önce şimdi rahmetli olmuş bir ağabeyimizle bu plajın son işleticisi bizdik.
Akşam plaj kapandıktan sonra sofra kurulurdu. Dostlar sabaha dek Büyükada'nın ışıklarının denizden bize yansıyan ışıltılarına bakarak içer, muhabbet ederdi. Sonra gün aydınlanmadan adaya kadar yarış için iddiaya girilirdi. Hiç kimse adaya varamasa da çoğu zaman yarı yoldaki batık adaya kadar yüzülürdü.
Bu sahiller hep doğal plajlardan oluşuyordu: Rahmanlar’da Kum Plajı, Kartal’da Nizam plajı, Tekel Kampı, Pendik’te Kızılay Kampı, Manolya Plajı, Pen Otel, Kaynarca Temenye Plajı, Doğa Güneş Otel ve Güzelyalı Halk Plajı, İçmeler, Tuzla, Bayramoğlu…
Sahiller yok edilince biz de mecburen Adalar’ın arka tarafa bakan plajlarına gitmeye başladık.
Bedrettin Dalan döneminde başlayan ve onu izleyen tüm belediyeler tarafından devam edilen yol hafriyatının sahilleri boğuşunu gördük.
1990’da İstanbul son nefesini verirken nüfus katlanarak artıyordu. Artık sahiller bitmiş, bu defa İstanbul’un ciğerleri sökülüyordu. Şile’ye uzanan ormanların içine büyük yerleşimler kuruluyordu.
Şimdi milyonluk devasa kentlere dönüşen Sultançiftliği, Sultanbeyli, Yakacık’ın arkası, Kayışdağı, Terkos bölgesi Karadeniz’e kadar uzanan ormanlık alanlardı. Buralar olağanüstü bir kuş ve vahşi hayvan çeşitliliği barındırırdı.
Hatırlıyorum, 1986’nın sert geçen kışında kurtlar, domuzlar, tilkiler Küçük Çamlıca’ya kadar inmişlerdi.
Kuzey ormanlarından son kalanlar da köprü ve havaalanı yolları yapılarak yok edildi.
İstanbul’da orman, deniz, su rezervi, tarım alanı kalmadı. Kendini doyuramayan, su ihtiyacını bile dışarıdan temin eden; yalnızca fabrika, araba ve apartmandan oluşan bir kent yaşamıyor demektir.
Tabi ki bütün bunlar kendi kendine olmadı.
Anadolu’daki nüfusun İstanbul ve çevresine göçe yönlendirilmesi 12 Eylülcülerin planıydı. Askerler geniş Anadolu coğrafyasında kalacak bu büyük nüfusu kontrol edemeyeceklerini düşündüler. Özal döneminde de Dünya Bankası ve IMF programlarıyla göç ve çarpık kentleşme desteklendi. Bu plan dahilinde son 40 yılda 35 milyon köylü büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldı.
Her hangi bir çevre ve kent planı yapılmaksızın kurulan yerleşimler ve fabrikalar pisliğini nereye akıtacaktı? Tabi ki Marmara’ya. Ve halen de Marmara’ya ve Karadeniz’e zehir pompalanıyor.
25 sene önce alttan atık pompalayınca denizlerin temiz kalacağını iddia edenler bugün müsilajı gemilerle toplayınca suyun temizleneceğini zannediyor.
Tüm bunlar 40 yıllık neoliberal ekonomik modelin neticesidir. Doğayı ve insanı öldüren akılsız, hesapsız, rantçı, vahşi bir kapitalizmin sonucudur.
AKP hükümetleri yaptığı şey bu neoliberal modeli daha da acımasız biçimde uygulayarak tüm ülkeye yaymasıdır. İstanbul öleli uzun zaman oluyor. Şimdi Adana, Rize, Kelkit Vadisi ölüyor.
Bu ne pahasına olursa olsun üreteceğiz, doğal kaynakları sonuna kadar sömüreceğiz anlayışının eroine bağımlılıktan farkı yoktur. Ve bu yıkımın maliyetini gelecek kuşaklar bile ödeyemez.