Türkiye’de rejimin nereye gittiği her dönem bir muammadır.
Son 40 yıldır yaşadıklarımız çoğu zaman rejimin işleyişiyle gidilen yön arasında ters bir orantı olduğunu gösteriyor.
12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde soldaki genel değerlendirme Latin Amerika tarzı bir faşist diktatörlüğün geldiği ve uzun bir süre gitmeyeceği yönündeydi. Fakat askerler sağcıları tutuklayıp, iki yıl sonra da partiler rejimini içeren bir anayasayı halka onaylatınca kafalar karıştı.
Bir yıl sonra 1983’te yapılan seçimlerde Orgeneral Turgut Sunalp’ın partisinin iktidar olacağı, Kenan Evren’in de Şili’deki General Augusto Pinochet gibi ülkeyi yöneteceği düşünülüyordu.
Fakat seçimi liberal sağcı Turgut Özal kazandı. O zaman da bunun asker kumandasında ama sivil görünümlü bir cunta olduğu söylendi. Askerin bir vesileyle yeniden yönetime el koyacağı öne sürüldü.
Bu dönemde Solda iki yaklaşım öne çıktı.
Biri, Süleyman Demirel’in 1983’te “Tapulu arsama gecekondu yaptırmam” çıkışını normale dönüş olarak yorumluyordu.
Diğeri ise 1984 Ekim ayında, PKK’nın Şemdinli ve Eruh saldırıları bahane edilerek fakat onunla hiç ilgisi olmayan İzmir TARİŞ davasından Hıdır Aslan ve İlyas Has’ın idamının meclis onayıyla gerçekleştirilmesini 12 Eylül rejiminin sivil görünümle devam etmesine işaret saydı.
Esasında Sol ile askerlerin siyasete bakışı 1980 öncesinde takılıp kalmıştı. 1980 öncesinin koşulları üzerinden düşünmeye devam ediyordu. Her ikisi de çatışmanın ve karşıtlıkların eskisi gibi süreceği kanısındaydı.
Oysa çok kanallı renkli televizyon, Amerikan tarzı basın, ihracata dayalı model, yerel yönetimlerin yetkilerinin ve siyasetteki ağırlığının artması, kentlere büyük göç her şeyi hızla değiştirmişti.
Bu değişimin ilk siyasi sonucu 1987’de halk oylamasıyla 12 Eylül anayasasındaki siyasi yasakların kaldırılması olmuştur. Böylece Demirel, Ecevit, Türkeş, Erbakan gibi liderler siyasete geri dönebildi. İkinci sonucu ise 1989’da Evren’in cumhurbaşkanlığını meclis tarafından seçilen Turgut Özal’a devretmesiydi.
Aynı yıl gerçekleşen yerel seçimlerde siyasetin tüm kanatlarının sistem içinde dengeli bir pay alması demokratikleşme yolunda büyük bir ilerleme sayıldı.
Yine Türkiye tarihinin en büyük işçi grev ve eylemleri 1989’da gerçekleşmişti. Erdal İnönü’nün SHP’si yerel seçimlerde %28, daha sonra 1991 genel seçimlerinde %24 oy almıştı.
SHP-DYP hükümeti bir demokratikleşme programıyla kurulmuştu.
Sovyetler Birliği’nin yıkılması, ABD’nin Irak müdahalesi ve Özal’ın “Kürt açılımı” peş peşe geldi. Musul’un Türkiye’ye devri, Kuzey Irak’ta bir Kürt devleti ve Türkiye’de güneydoğuya özerklik açıkça konuşulmaya başlandı.
Terörle Mücadele Yasası içine konulan bir infaz düzenlemesiyle cezaevinden çıkan eski sol liderlerin karşılaştıkları değişim karşısında başları dönmüştü. Hemen hepsi Özal’ın kapitalist ve Amerikan merkezli reformlarından medet ummaya başladı.
Bankamatikler, özelleştirmeler, sermayenin hareketi karşısında devletin kendini dönüştürmeye fırsat bulamayacağını düşünüyorlardı. Türkiye’de rejimin kaçınılmaz olarak liberalleşeceğini ve Avrupa benzeri bir siyasal yapının kurulacağını zannediyorlardı.
Bu arada Yugoslavya dağılmaya başlamış, Şırnak’ta PKK ilk “kurtarılmış kent” denemesini gerçekleştirmişti. Türkiye’de ise asker Özal’ın bölge politikalarına karşı direnç geliştirmişti.
1993’te birer ay arayla Uğur Mumcu, Adnan Kahveci, Eşref Bitlis ve Turgut Özal’ın ölümleriyle rüzgar hızla tersine döndü. Türkiye bir çatışma dönemine girdi.
Çiller’in iktidarda olduğu 1993-96 “düşük yoğunluklu savaş” dönemi olarak tanımlandı. Fakat esas olarak bu döneme çeteleşme ile beraber özelleştirmeler ve AB ile Gümrük Birliği anlaşması damgasını vurdu.
O sırada hiç kimse Çiller rejiminin geleceğin Türkiye’sinin bir karikatürü olduğunu tahmin edemezdi.
Bugünkü Türkiye’nin silueti o zaman 5 Nisan kararları, Susurluk hadisesi, Erdoğan’ın İBB Başkanı olması ve Refahyol hükümetiyle belirmişti. Peşine gelen 28 Şubat Süreci ise sanki 15 Temmuz sonrasının ilkel bir türevi gibiydi.
1997-2002 Ecevit hükümetleri boyunca Türkiye’nin nereye gideceği belirsizdi. Öcalan’ın teslim edilmesi, depremler ve Kemal Derviş’in ekonomi programı Türkiye’yi AKP’li yıllara hazırladı.
AK Parti, Gümrük Birliği’nin geliştirdiği ve 28 Şubat’ın baskı altında tuttuğu üretici kesimlerin temsilcisi olarak iktidara geldi. Bol Avrupa ve demokrasi soslu “ılımlı İslam” profiliyle batının güçlü desteğini aldı.
Bürokrasi ve yargıyı hızla doldurduğu “cemaat” unsurlarıyla devletin temel yapı taşlarını parçalayıp dağıttıkça kendi rejimini inşa etti.
Ergenekon operasyonlarının başlamasıyla Gezi Olayları arasındaki dönemde gerçekleşen bu inşa sürecinin liberaller demokratikleşme, cumhuriyetçiler ise şeriat yönünde olduğunu söylüyordu.
Diğer yandan Kıbrıs’ta Annan planı destekleniyor, Türkiye’de TC tabelaları iniyor, Çözüm Süreci başlıyor ve bunların neticesinde Habur’dan PKK’lıların girişi televizyonlardan canlı yayınlanıyordu.
Bir ay boyunca Türkiye’nin en yaygın sivil ayaklanmasının gerçekleştiği Gezi olaylarının hiçbir siyasi sonucu olmadı.
Fakat hiç umulmadık bir şey oldu. FETÖ’nün ilk kez kendini net biçimde ortaya koyduğu 17-24 Aralık operasyonlarıyla bu iç inşa süreci kesintiye uğradı. Ergenekon’da hedef alınanlar serbest kalarak iktidarla beraber FETÖ’ye karşı konum aldı.
Ne demokrasi ne şeriat, ne ordunun vesayetinden kurtulma ne de PKK’yla anlaşma, ne sivil ayaklanma ne de AB ile tam üyelik projesi tek başına Türkiye’nin Suriye savaşına dahil olması kadar rejimi biçimlendiremedi.
7 Haziran seçimlerinden 15 Temmuz’a giden yolun taşları parçalanan Suriye’den getirilmişti.
İktidar cephesindeki tüm kırılmalar Suriye savaşının aşamalarıyla bağlantılı biçimde gerçekleşti. Başkanlık sistemi ve yeni iktidar yapısı Suriye savaşı ve onu takiben Libya, Ukrayna, Karabağ’da edinilen rolle bağlantılıydı.
Şurada özetlediğim son 40 yılda başta sol olmak üzere muhalif kesimlerin, ama en çok da iktidarların yanıldığını görüyoruz.
Ancak gelmiş geçmiş tüm iktidarlar içinde hiç biri tercihlerinde AKP ve onun lideri kadar yanılmadı, aldanmadı.
Geçmişte Türkiye askeri vesayet altındayken her beş-on senede bir balans ayarı yapılıyordu. Son 20 yıldır ise bu balans ayarı iktidar içinde gerçekleşiyor. Dolayısıyla rejimle iktidarın yanılgılarının bu kadar bütünleştiği bir dönem hiç yaşanmadı.
Bugün bu yanılgılar ve hatalar Türkiye’yi boynuna bağlanmış bir taş gibi giderek aşağıya çekiyor.
İktidarın kendisine karşı olanları güvenlik mekanizmalarıyla anında ezerken yanında görünenleri ödüllendirmesi rejimde büyük bir delik açtı. Her türden suçun bu delikten sızarak iktidar çevresine konumlanabileceğini Çiftlikbank’tan bu yana ortaya dökülen skandalların başrol oyuncularının fotoğraflarında görüyoruz.
Sistem kendini düzeltme ve temizleme mekanizmalarını yitirmiş, felç olmuş.
Dışarıdan kayıt dışı sermaye akışına ve içeride rant yaratmaya dayalı ekonomi; borçlanma, yolsuzluk ve yozlaşmaya bağımlı bir toplumsal yapı yarattı. Toplum ulusal, dini, etnik kutuplaşmanın ötesinde birbirine karşı öfke, nefret ve kin dolmuş halde.
Siyasi ve toplumsal denetim mekanizmalarını yitiren bir ülkenin tüm sorunlarının çözümünü sandığa havale etmesi ise çaresizliğin ifadesidir.
Oysa iktidar çevrelerinden sıklıkla ifade edildiği gibi mevcut sistemin seçimle değiştirilme olasılığı yoktur. Siyasal yapı ile seçim sistemi her defasında sisteme daha uyumlu hale gelmektedir. Bu durum iktidarın değişikliği halinde de sürecektir. Bu siyasal yapı, bürokrasi, sermaye kendine uygun iktidarı bulana dek seçimleri tekrar edecektir.
Ancak seçime kadar köprünün altından daha çok suların akacağı belli.
İzmir HDP binasına saldıran teröristin ve Esenyurt polis karakolunda dövülerek öldürülen vatandaşın görüntüleri iktidar cephesinde yeni düzenlemelere ve ittifak olanaklarına işaret ediyor.
Bu şartlarda bir başka olasılık da iç müdahaledir. Bunu 15 Temmuz darbesinden sonra güvenlik birimlerinde ordunun yeni bir müdahalesine karşı “bileylenmiş” kadroların yerleştirilmesinden anlıyoruz.
Ve içimde aynı yanılgı şüphesiyle; son 40 yılın tanığı ve küçük bir öznesi olarak kendime yine şu soruyu soruyorum: “Nereye gidiyoruz?”